DATÇA

Saturday, February 09, 2008

ÖYKÜ



BARIŞ SUYU”NDA İLK KULAÇLAR
(Datca-Sömbeki Arası, 1948)
Nihat Akkaraca


Her gün geldikleri kahvenin önündeki masalardan birinde oturuyorlardı. Üçü de aşağı yukarı aynı yaştaydı; o yıl seksen altıyı devirmişlerdi. Sarı Osman denirdi Osman amcaya, saçlarının biraz sarı oluşundan mıdır nedir. Hamdi Amca’ya “Makeşinin Hamdi” derlerse anlaşılırdı. Adı Hamdi, soyadı Sarı’ydı. Ama yalnız soyadı “Sarı”ydı, kendisi değil. Bubasının takma adı “Makeşi’ydi. Bizim buralarda dediğim dedik insanlara “makasçı” derler ya, Hamdi amcanın bubası da biraz dediğim dedik inat bi adammış. Bu yüzden ilkin “Makasçı” demişler, daha sonra kolayına kaçıp “Makeşi” deyivermişler. Sonuç olarak Makeşi oğlu Hamdi diyeceklerine, Makeşi’nin Hamdi demişler. Üçüncüsü, Şerif Hocaların Adem, Adem Kaya. En yakışıklıları; bu yaşta bile sırım gibi, dimdik, bıyıklar gençliğindeki gibi yerinde, sadece beyazlaşmış. Eski günlerdeki gibi gene bakımlı ve gür. Üstelik kalbi pille çalışıyor. Ama, halen delikanlı gibi.
“Gel, otur!” dediklerinde tereddüt etmeden oturdum. Her zaman dinlediğim, gün görmüş insanlardı. Sohbetlerini tam ortasından dinlemeye başlamıştım. 1930’lu, 40’lı yılların Datça’sından konuşuyorlardı. Özellikle hiç ara vermeden günlerce yağan yağmurlar yüzünden, kış aylarında çift sürülemediğinde, büyükbaş hayvanların Gızılova’ya dağlara bırakıldığı, yağmurlar ara verince de gidip dağdan bulunup getirildiği günlerden…
Ben, sohbeti bölmek istemedim, ortasından dinlemeye devam ettim. Adem Kaya anlatıyordu:

“Durmak bilmeyen zemheri yağmurları başlayınca, Eski Datça’da herkes gibi biz de ineklerimizi, öküzlerimizi Gızılova’ya
[1]
götürüp bıraktık.Yani, Datca ağzıyla, dağa haykırdık. İçlerinde çok sevimli, bir yaşını geçmiş, kahverengi tüylü, evcil bi danamız vardı. Ona renginden ötürü “KINALI” adını takmıştık. Onunla çok ilgilenir, arasıra elimizden yiyecek verir, boynunun altını kaşır şımartırdık. Böylece evcil bir dana olmuştu. Tam büyüme çağında olduğundan, dağda birkaç ay içinde büyürse tanıyamayız diye kulağına çakıyla iki çentik atmıştım. O yıllarda dağa hayvan haykırmanın riski de yok değildi. Arasıra inekler, öküzler kaybolurdu. Bazılarını yırtıcı bir yaratığın parçalayıp yediği konuşulurdu. Eğer birisi dağda parçalanmış sığır kemikleri görmüşse, kaybolan hayvanlar faili meçhul cinayete kurban gitmemiş oluyor, suç, dağdaki bir iki yırtıcı hayvana yükleniyordu. Bir de hiçbir iz bırakmadan kaybolanlar olurdu. Bu kayıpların da nereye gittiğini, kimler tarafından nereye ihraç edildiğini hepimiz bilirdik. Bilirdik de kanıtlayamaz, susar, sineye çekerdik. Bu kayıpların çoğu, geceleri Sömbeki Adası’ndan gelen kayıklara, özellikle Lefter’in kayığına yüklenir, illegal ihracata katkıda bulunurdu.

Sığırları dağa bıraktıktan sonra daha rahattık; sığır gütmek yok, yemlemek, sulamak yoktu.
Siz de biliyorsunuz, o yıllarda yağmur bi başladı mı durmadan günlerce yağardı. Biraz hava açar düzelirse oduna gider, yıkılan tarla duvarlarını yapar, dağlık taşlık yerlerdeki zeytin diplerini çapalar açardık. Kış böylece geçerdi. O yıl da öyle geçti. Şubat ayı sonlarına doğru benim bi miktar paraya ihtiyacım oldu. Durumun aciliyeti de olunca, aklıma bizim dana geldi. Kimbilir dağda nasıl semirmiştir diye düşündüm. Dağa gitsem, yakalayıp getirsem, versem kasaba ücretini, kestirip etini satsam nasıl da işimizi görürdü o para. Ertesi günü bizim gara beygire atladığım gibi düştüm Gızılova yoluna. Öğleye doğru Gızılova’daydım. Bi kez Muçi Tepebaşı’nın yamacına baktım, bi kez de Tavşancıl’ın yamaçlarına baktım, bizim sığırları göremedim. Gidip Savraz Gediği’ne baktığımda orada bir sürü büyük baş hayvanın içindeydi bizimkiler, Kınalı da yanlarında. Bayağı büyümüş, semirmişti ama, huyu da kökten değişmişti. Daha önce beni görünce yanıma yaklaşıp koklayan, boynunu uzatan Kınalı, beni yanına yaklaştırmıyordu, sıçrayıp kaçıyor, yamaçlara tırmanıyordu. “Ulan Kınalı,sen hepten belek olmuşsun!” diye seslendim. Tutup bağlamak mümkün değil, ama, bizimkilerden de ayrılmıyor… Hepsini eve getirmeye karar verdim. Zaten iki hafta sonra artık bahar çiftini sürmeye başlayacaktık.. İki hafta önce veya sonra farketmez, diye düşündüm. Hayvanların hepsini önüme katarak Eski Datça’ya, eve getirdim.
Hemen ertesi günü gidip kasabı buldum, anlaştık. Kasap kesip ücretini alacaktı, ben de satılan etin parasını. Öyle yaptık. Hemen bir iki saat içinde Kınalı kesildi, parçalandı ve satıldı. Para sıkıntısını aşmıştım ama, Kınalı aklıma geldikçe de içim cız ediyordu.
Yağmurlar durmuş, artık herkes çifti çubuğuyla uğraşmaya başlamıştı. Aradan bi zaman geçti, havalar biraz daha ısınınca sığırları böğelek
[ii] tutmaya başladı. Güneş biraz yükselince böğelek korkusundan sığırlar açıkta durmak istemezlerdi. Böğelek denen sineğin sesini duydula mı, hepsi kuyruklarını dikerler, var güçleriyle koşarak kendilerini kapalı bir yere atarlar. Bi gün böyle kuşluk vaktinde hayvanları getirip dama kapattık Öğle yemeğini yedikten sonra kahveye gitmek üzere evden çıkınca, bizim damın kapısının önünde yatan bir dana gördüm.. Yanına vardığımda gözlerime inanamadım; yatan dana, kesmiş olduğumuz dananın tıpa tıp aynısıydıı.. Rengi, alnındaki beyaz benek, kulağındaki iki çentikle, boyu posuyla aynısı. Boynunun altını kaşımaya başlayınca anladım kestiğimiz dananın bizim dana olmadığını. Çünkü bu, boynunu uzatmış kaşımamı istiyordu. Gene de hiç bi şeyden emin değildim. Başım derde girmesin diye, ertesi gün erkenden danayı önüme katarak, köyden dışarı çıkardım, götürdüm Gızılova yoluna bıraktım.
Bir hafta geçmişti ki, bi tanıdık, Burgaz’daki ekili tarlamızda bir dananın ekinlerin içinde otladığını, orada yatıp kalktığını söyledi. Dananın rengini, büyüklüğünü anlatınca, onun bizim Kınalı olduğuna iyice inandım. Ertesi günü Kasap Hasan’a gidip, daha önce yanlışlıkla başkasının danasını kestiğimizi, bizim dananın şu anda Burgaz’daki tarlamızda eğlendiğini anlattım. Bana, “Bak Adem,” dedi. “Şu anda ortalıkta dolaşan fazladan bir dana var. Yarın öbür gün, kesilen dananın sahibi çıkar gelirse, başına iş açarsın. Getir, bu danayı da keselim, ilerde dana sahibi gelir başını ağrıtırsa parasını ödeyiverirsin...” dedi. Kasabın fikrini akla yakın buldum. Bir adam gönderip danayı Burgaz’dan İskele’ye getirttik. İskele yeni kaza merkezi olmuştu. Henüz kasaplar için kesim yeri belirlenmemişti. Danayı, Kumluk Koyu’ndaki Çatal Mağara’nın önünde, tam sahilde kesecektik. Kesim yapılacağını duyanlar gelmeye başladı. Hatırı sayılır bir kalabalık toplandı. Dana yatırılarak ayakları iple bağlandı. Kalabalık, dananın etrafını yarım ay şeklinde çevirmişti. Sadece deniz tarafında insan yoktu. Kasap Hasan, bismillah çekip, bıçağı dananın boğazına dayarken, dana öyle bir tırsalandı ki, bağlı olan ayaklarını ipten kurtarıp ayağa kalktı. Bıçak, boynunun altını bir santim kadar kesmişti , kan akıyordu. Dana, bir arkasına bir de önüne baktı. Arkası insanlarla çevriliydi. Kaçabileceği tek yer denizdi...
İnanılmaz bi çeviklikle kendini denize attı, bütün gücüyle yüzmeye başladı; suyun üstünde ince bir kan izi görünüyordu. Herkes arkasından bakıyor, karaya en kestirmeden çıkacağını sanıyordu. Kumluk koyunun ortalarına gelince, rotasını birden karşidaki Yunan Adası, Sömbeki’ye çevirdi. Sanki başka bir ülkeye sığınmaya karar vermiş gibi daha hızlı yüzmeye başladı. Onun etini satın almak için etrafını çevirenleri hayal kırıklığına uğratmıştı. Kınalı’nın geri dönmeyeceğini anlayınca, yanıma iki genci alarak limana koştuk, ilk bulduğumuz tekneyi çözerek asıldık küreklere. O yıllarda Datça’da motorlu tekne yoktu. Tekneyle limandan çıkıp Esenada’yı dolaşıncaya kadar Kınalı, nerdeyse Uzunca Ada’ya yaklaşıyordu. Biz sandaldakiler ter içinde kalmıştık. Tam yakalayacakken dana uzaklaşıyordu. Sonuçta dana yoruldu ve hız kesti. Yaklaşıp ipi boynundan geçirerek bağladık, karaya doğru çekmeye başladık. Önceleri biraz direnen dana, yorulunca direnmekten vazgeçti.
Kınalı, tekrar eli bıçaklı kasabın karşısında buldu kendini. Soludukça, öfkesinden mi yoksa yorgunluktan mıdır nedir, burnundan suyla karışık duman çıkıyordu. Boynunun altındaki bıçak kesiğinden akan kan da durmuştu. Kasap Hasan, elinde bıçak, bir danaya bir de oradaki kalabalığa baktı ve:
-“Kusura bakmayın arkadaşlar! Ben bu danayı kesmeyeceğm!... Bu danada bir hikmet var… İkinci kez bıçaktan kurtuluyor…” Bana dönerek: “Al götür evine bu danayı! İlerde, yanlışlıkla kestiğimiz dananın sahibi çıkarsa ona verirsin. Çıkmazsa boğa olarak besler hem çiftini sürersin hem güreştirirsin. Benden bu kadar!”dedi. Orada toplananların alkışları karşı tepelerde yankılandı.. Bu alkışlar, Kasap Hasan’ın etkileyici konuşmasına mı, yoksa ilk kez Sömbeki Adası’na yüzmeye kalkışan KINALI’ya mıydı, anlayamadık…”


Not: Bu olayın üstünden çok geçmeden daha önce yanlışlıkla kesilen dananın Hızırşahlı sahibi çıktı ortaya. Kaybolan danasını arıyordu. Kesilen dananın yerine Kınalı, kulaklarındaki çentik, boynunun altındaki bıçak yarası ve Sömbeki’ye ilk yüzen dana ünvanıyla Hızırşah Köyü’ne gitti.

Anlatan: Adem Kaya. (1915-2004)


[1] Datça Yarımadası’nın güney-batı tarafında dağlık, büyükçe bir bölge
[ii] Böğelek; Bahar aylarında, güneş biraz yükselince, dışarıdaki sığırlara musallat olan bir nevi sinek. Onun sesini duyan sığırı açık havada hiçbir güç tutatamaz. Hayvan bütün gücüyle, kuyruğu havada sığınacak bir ahır arar.

Wednesday, January 30, 2008

AZİZ NESİN'DEN BİR ÖYKÜ


(Öykü, Aziz Nesin'in "Zübüklüğün Sonu Yok" adlı kitabından alınmıştır)

HİÇBİŞEY KALMAMIŞ


Büyük iş hanının alt katı ticarethanesi, ikinci katı da yazıhanesiydi. Kırçıl sakallarını üç yıl önce kestirmiş, ama sakalsız çenesine halâ alışamadığından, sakalını sıvazlamak için elini her atışında sakalını bulamayışını yadırgıyordu. Üzeri camlı masasının arkasındaki döner koltuğuna her zamanki gibi bağdaş kurmuştu; mesli ayaklarından birini altına almıştı. Geniş mendilini dizine yaymıştı; arada bir mendille yağlı yüzünün, gerdanının, ensesinin terini siliyordu. Uygarlığın, alafranga hela ile ütüden başka hiçbir zararını görmemişti. Alafranga helaya bitürlü alışamamıştı. Şişman olduğu için, alafranga helanın üstüne çıkıp tüneyince dengede durması zor oluyordu. Bir de ütüden yakınırdı. Bacağının birini kıçının altına alıp bağdaş kurmadan rahat edemediği için, ayağındaki pantolunun ütüsü bozulurdu. Bu yüzden ütüyle alafranga heladan başka uygarlık araçlarının hiçbirinden yakındığı yoktu. Sosyetedeki kadınlara “Hamfendi” demesini öğrenmişti, boyunbağı da takıyordu, daha ne!.. Boyunbağını bağlamak zor geldiğinden, hazır düğümlü, kopçalı boyunbağı kullanıyordu.

Bu dünyanın işlerini yoluna koyduğu gibi, öbür dünyanın işlerini de yoluna koymuştu. Nasıl uygarlığın şartlarını yerine getirmişse, İslam’ın beş şartını da yerine getirmişti. Önceki yıl hacı olmuştu. Yılın iki dini bayramında kesinlikle camiye gider, bayram namazlarını hiç kaçırmazdı. Dünya işlerinden zaman bulabilirse, aradabir cuma namazlarına gittiği de olurdu. Yanında çalıştırdığı insanlara ödediği aylığı zekat, devlete verdiği vergiyi fitre, düşürüp kaybettiği parası olursa onu da sadaka sayardı... İslamın dördüncü şartı olan oruç tutmayı ramazan aylarında yerine getiremiyorduysa da, zayıflamak için perhiz yaparak oruç eksiğini gidermeye çalışıyordu. Ama, İslamın beşinci şartı olan “kelime-i şahadet” getirmekte herhalde rekor ondaydı¸enaz saatte birkaç kez “Klime_i şahadet” getirir, üstelik her geğirdikçe –yine saatte birkaç kez geğirirdi- “estağfurulah” demeyi de unutmazdı.

Geçen yıla dek saçları iki numara saç makinesiyle traşlıydı. Şapkasını başından çıkarınca altından beyaz takkesi çıkardı. Şapkasını, masasının yanında duvara asar, başında takkesiyle koltuğuna bağdaş kurarak otururdu. Sakallarını kestirdiğindenberi , saçlarını biraz uzattığı gibi, takkesiyle de oturmuyordu artık.

Yazıhanesinin kapısının üstünde, işinin bereketini artırması için, camlı çerçeve içinde Karınca Duası asılıydı. Yazıhanenin her duvarı da “Ya Sabır”, “Errızk-ı alellah”, “Elkâssib ü Habiballah”, “Men sabare zafere”, “ Ya hafız”, “Bugün peşin, yarın veresiye” yazılı levhalarla donanmıştı.

İlle şu tesbih çekmekten vazgeçemiyordu.
Karşısındaki koltukta oturan genç adamla, kehribar tesbihinin iri tanelerini şakırdatarak konuşuyordu:
-Memlekette sözünü tutan adam kalmamış. Bir söz verdin mi, ölsen bile sözünü tutacaksın. Söz ne demek? Söz demek, namus demek… Borcumu şu gün ödeyeceğim diyorlar, nerdeeee… Biz sözü namus biliriz. Birisine falan zamanda filan yerde buluşacağız dedik mi, iki elimiz kanda olsa gideriz. Söz bu… Sözden dönmek yok… Şimdi nerde, sözünü tutan kalmamış… Eskiden böyle namussuzluk yoktu. Allah rızası için, işi görülsün de sıkıntıdan kurtulsun diye birisine yardım ediyorsun, diyelim borç para veriyorsun, ondan sonra ardından koş dur işin yoksa. Elinle ver, ayağınla al… Sözünü tutan bir kişi yok vallahi!..

Konuşmasını daha bitirmemişti ki, yan kapı açıldı, kâtibi elinde telefon alıcısıyla göründü. Telefonda biriyle konuştuğu belliydi. Telefonda konuştuğu adam duymasın diye, alıcıyı eliyle kapatarak,
-Beyefendi, Hurşit Bey sizinle görüşmek istiyor… dedi
Altına alıp oturduğu bacağını değiştirerek,
-Ne görüşecekmiş benimle… Yok de, yok burda de… Atlat pezevengi! dedi.
Kâtip, telefonda konuştuğu adama,
-Hurşit Beyciğim, az önce burdaydı ama, gitmiş… dedi.
Karşısındakinin sözlerini dinledikten sonra, yine eliyle alıcıyı kapatıp patronuna,
-Beyefendi, bugün için söz vermişsiniz… Bu saatte… Bir para işiymiş, para vereceğim diye rendevunuz varmış da…
Tesbih tanelerini daha hızlı şakırdatarak bağırdı:
-Yahu, atlat dedik ya be… Atlat işte… hasta masta de… Birden hastalandı falan de be!..
Kâtip elinde telefon alıcısyla çekilip ara kapıyı kapatınca patron karşısında oturan delikanlıya,
-Haa, nerde kaldık?.. Ne diyordum?.. diye sordu.
Delikanlı:
-Bu zamanda kimse sözünde durmuyor diyordunuz… dedi.
-Haa… Evet, onu diyordum… Yalnız söz mü, Allah korkusu da kalmamış. Bankacılk nedir? Faizcilik, düpedüz faizcilik, hem de resmi faizcilik… haram diyen, günah diyen yok… Ahlak kalmamış, ahlak…
Yine ara kapı açıldı kâtip,
-O işi sorup öğrenmişler… dedi
Patron,
-Hangisini? diye sordu.
-Yüzellibin lira borç isteyen… Yüzde yirmibeşe kadar veriyormuş.
-Bu zamanda yüzde yirmibeşle para verilir mi oğlum? Varsa veren ben alırım…
-Ama altı ay için beyefendi.
Patron, tıraş ettirdiğini unutup yine alışkanlıkla sakalını sıvazlamak için elini çenesine attı; sakalını yerinde bulamamanın şaşkınlığı yüzünden silinmeden,
-İpoteği sağlammıymış? diye sordu.
-Evet, apartmanı su içinde beşyüzbin ediyor…
-İyi öyleyse… Allahtan borcunu ödeyemez de…
Kâtip çekilip ara kapıyı kapayınca patron, konuştuğu delikanlıya,
-Ne diyorduk?.. diye sordu.
-Kimsede Allah korkusu kalmamış, ahlak kalmamış, diyordunuz.
-Eveeet, kalmamış… Yalnız o kadar mı? İnsaf var mı? O da yok. Yahu, koca memlekette hile karıştırlmamış bitek mal bulamıyorsun. Süt alıyorsun, yarısından çoğu su… İyi su diye şişe suyu alıyorsun, musluk suyu… Yünlü kumaş diyorlar, vallaha pamuklu keten… İnsanlarda insaf da kalmamış…
Yine açılan ara kapıdan kâtip göründü,
-Beyefendi, dedi, son parti verdiğimiz yağları muayene komisyonu geri çevirmiş.
-Neden?
Kâtip, yabancının yanında söylemek istemez gibilerden delikanlıya bakıp,
-Şey, dedi, yağlarda…
-Karışık diye mi? Yüzde kaç karıştırdık ki?..
-Eski parti yüzde yirmiydi, siz az buldunuz da, yüzde otuz karışıktı bu kez…
-Töbeee… Muayene komisyonu başkanına ne verdiniz?
-Otuzbin…
-Tuuuuu… Şimdi anlaşıldı neden malı geri çevirdikleri. Adam haklı. Bu zamanda otuz bin lira nedir ki… Cömert olun, cömert… Biz ne kadar verirsek Allah da bize o kadar verir…
Kâtip odasına girince patron, delikanlıya sordu:
-Ne demiştim?
-İnsanlarda insaf kalmadı demiştiniz…
-Evet… Din-iman da kalmadı. Hiç kimse öbür dünyayı düşünmüyor. Fakiri fukarayı düşünen yok. Zekat veren, fitre veren, sadaka veren kalmadı. Fakire verirken de kısmetinden fazla vermeyeceksin, sonra şımarır haaaa… Allah ona ne kadar kısmet etmişse o kadar vereceksin… Yoksula yardım eden yok…
Kâtip başını yan odadan uzatıp,
-Bir hanım sizinle görüşmek istiyor… dedi.
Patronun cevap vermesine kalmadan iki kadın girdi.
Kadınlardan biri,
-Beyefendi, Yoksul Çocukları Barındırma Derneği adına bir ricaya geldik, diye söze başlarken patron,
-Hanım, şimdi iş zamanı, ne alacaksan çabuk söyle… Bir tondan aşağı olmazsa yüzde iki ikram yaparız. Yoksul moksul herneyse, daha aşağı olmaz… Babam gelse on para kıramam… Söyleyin içeriye siparişinizi, versinler…
Öbür kadın, yoksul çocuk gibilerden bişeyler söylemeye çalışırken patron,
-Aklınız varsa bugünden alın, dedi. Benden size iyilik bu kadar. Yarın ne olacağı belli olmaz; ya bir zam gelir, ya mal bulunmaz.
-Ama bizim ricamız…
-Estağfurullah…Zati elimizde iki çeşit mal kaldı.
-Makbuzlarımız elli liralık da var, onar liralık da…
-Yooo, komisyon veremem… Bizde yok…
Kadınlar çıkınca, döner sandalyesine yayılı posteki üstüne iyice yerleşip delikanlıya,
-Ben ne diyordum? diye sordu.
-Yoksula yardım eden yok, diyordunuz.
-Haaa… Yok ya…
Yine dalgınlıkla elini, olmayan sakalına atıp çenesini avuçlayarak,
-Vicdan kalmadı, vicdan… diye bağırdı. Rüşvet aldı yürüdü… Heryerde rüşvet geçiyor. Hele rüşvet vermede gör, işin yürüyor mu? Yürümez. Kimsede vicdan kalmadı…
Kâtip ara kapıyı aralayıp,
-Almanya’ya sipariş ettiğimiz malların konşimentosu geldi. Malları çeksinler mi? diye sordu.
Patron, kehribar tesbihini daha sert şaklatarak,
-Bekletin, dedi. Kaçtır söylüyorum; gümrükte bekletilen malın hergün kendiliğinden kârı artar durduğu yerde…
-Peki efendim. Lâstik lisansının çıkması için yüz bin lira istiyorlarmış.
-Önce bir onbinin ucunu gösterin, sonrasını düşünürüz…
Kâtip çekilince,
-Ben ne diyordum sana? diye sordu.
Delikanlı,
-Vicdan kalmadı, diyordunuz.
-Yalan mı? Ortada bişey kalmamış… Ne ahlak, ne namus, ne vicdan var. NeAllah korkusu var, ne insaf var, ne merhamet var… Bunun sonu felaket… Batacak bu memleket, batar hem de…
Elini çenesine attı kızgınlıkla, sakalını yerinde bulamayınca tesbih tanelerini daha hızlı şakırdattı.
-Ne ahlak, ne namus, ne vicdan, ne merhamet, ne din, ne iman… Hiçbişey kalmamış! diye bağırmıştı ki, telefon çaldı.
Telefondan gelen sesi duyunca, az önce kızgınlıkla bağıran o değilmiş gibi birden sesi de, yüzü de yumuşadı. Telefonda konuşanı dinleye dinleye, arada susarak, konuştu:
-Merhaba canım… Merhaba hayatım… Emret! Estağfurullah… Yok, o kadar körpesini istemem… Körpeler acemi oluyor. Dullarda da iş yok şekerim, kaşarlı oluyor; kaçtır denedik… Sen gene dediğimden şaşma, evli olsun; aile kadını başka ne de olsa… Nasıl? Sarışın mı? Biterim vallaha… Tombul? İyi, iyi… Sen herbişeyi hazır et, ben şimdi geliyorum canım… Görüşmek üzere gülüm…
Telefonu kapadı. Delikanlıya,
-Ne diyordum sana? diye sordu.
Delikanlı,
-Hiçbişey kalmamış diyordunuz, dedi.
Kalktı yerinden, duvardaki çiviye asılı şapkasını alırken,
-Evet, dedi, hiçbişey kalmamış… Telefondaki konuştıklarımı duydun ya, evli kadın gizli evde çalışıyor, anla artık… Hiç, hiçbişey kalmamış. Yalan mı?
Delikanlı,
-Çok doğru söylüyorsunuz… dedi

(Aziz Nesin'i şu günlerde rahmetle anıyoruz.)

Monday, August 06, 2007

EN KÜÇÜK SATICI

BANA OYUNCAK KALMADI, ANNE!


Datça Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni. Yalnız okulda değil, her zaman her yerde öğretmen. Yaz aylarında Datça’da herkesin yaptığı gibi akşam yemeğinden sonra limana doğru yürüyüşe çıkmıştı Hayriye Öğretmen. Beraberindekiler kendi iki çocuğuyla birlikte hepsi altı çocuktu, kızlı erkekli. Dördü, komşusuna misafirliğe gelenlerin çocuklarıydı.
Cumhuriyet meydanı’nın karşılarında, ana cadde üstünde hediyelik eşya satan küçük dükkanın önünden geçiyorlardı. Dükkanın önünde tabureye oturmuş, önünde bir tepsi, tepsinin içinde beş altı tane kullanılmış basit oyuncak. Her çeşit renkten plastik oyuncaklar. Satıcı, ya üç ya da dört yaşlarında bir kız çocuğu… Datça’nın o akşamki en küçük satıcısı olabilir. Hayriye öğretmen durunca çocuklarda durdu. Küçük satıcıya ve sergilediği oyuncaklarına baktılar. Görüntü ilginçti. Hayrıye Öğretmen tepsidekileri işaret ederek sordu:
-Bunlar kimin?
-Benim.
-Neden buraya getirdin, satıyor musun?
-Evet.
-Kaça?
-Ne alıysanız biy liya.
Hayriyanım yanındaki çocuklara sordu:
-Çocuklar! Yanınızda harçlıklarınız var mı?
Sanki sınıftalarmış gibi, hep bir ağızdan:
-var!
-Haydi, bu kardeşinizi mutlu edelim. Herkes kendine bi oyuncak alsın. Olur mu?
-Olur.
Herkes birer YTL çıkardı cebinden. Rastgele birer oyuncak seçtiler ve birer YTL yi satıcıya verdiler. Önündeki tepsi boşalınca satıcı çocuk, bi’elindeki paralara bi’de boş tepsiyebaktı, ağlayarak dükkanda müşterilerle ilgilenmekte olan annesine seslendi:
-Anne be!Oyuncaklarımın hepşini aydılar. Bene oyuncak kalmadı…
Maksat satıcıyı mutlu etmek değil miydi? Herkes oyuncakları tepsiye koydu, paralarını geri aldılar. Satıcı çocuk sevinmişti. İçerdeki annesine tekrar, mutlulukla seslendi:
-Anne, oyuncaklayımı geyi aldım!
Hayriye öğretmen ve çocuklar gülerek limandaki kalabalığa karıştılar…

Wednesday, March 21, 2007

Mesudiye-hayıtbükü (Datca)


Mesudiye--Hayıtbükü. Altı yıl önce çekilmiş bir foto

MELİH CEVDET ANDAY'dan

RAHATI KAÇAN AĞAÇ

tanıdığım bir ağaç var
Etlik Bağları'na yakın
saadetin adını bile duymamış
Tanrının işine bakın

Geceyi gündüzü biliyor
Dört mevsimi, rüzgârı, karı
Ay ışığına bayılıyor
Ama kötülemiyor karanlığı

Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredn
.

Saturday, January 27, 2007

Datça'da çevre Eğitimi










Geçtiğimiz Perşembe ve Cuma günleri, Sabah saat 10.00' dan 17.30'a kadar süren, iki günlük bir çevre eğitimi vardı Datça Öğretmen Evi'nde. Ankara'dan gelen eğitimciler, Datça'daki eğitimci Hatice ve Bilge'lerinde desteğiyle etkili bir çevre eğitimi verdiler eğitime katılanlara. Takriben elli kişilik katılımcıyı alt gruplara ayırarak, sadece yönlendirmek suretiyle, soruyu katılımcıya sordurarak, cevabını da katılımcılara bırakarak ilginç bir eğitim örneği verdiler.
Çarpık kentleşmeden, kaynakların kirlenmesine kadar herşeyin tartışılıp sonuç çıkarılmaya çalışıldığı çalışmalarda hem sorunlar ortaya döküldü hem de neler, nasıl yapılabilir konusu tartışıldı. Eğitim etkinlikleri Şubat ve Mart aylarında ikişer günlük olmak üzere üç kere daha tekrarlanacak. İsteyen herkes katılabilir. Katılmak isteyenler aşağıdaki mail adresine yazarlarsa bilgilendirebilirim.
nihat.akkaraca@gmail.com

Friday, July 07, 2006

"Çığdan Çaputtan" Datca nazarlıkları

"Çığdan Çaputtan" adı altında yapılan Datca nazarlıkları Datça için bir simge olma yolunda. Prof. Nuran hanım'ın çabalarıyla Datça'ya maledilen bu şirin nazarlıklar Eski Datcalı bayanlar tarafından yapılırken Medya onları resimlemeye çalışıyor... Media dediğime bakmayın. Fotoğrafı çeken kim biliyor musunuz? Şiirlerine, yazılarına, tutkun olduğum Şair, gezi yazarı, fotoğrafçı, araştırmacı AKGÜN AKOVA.

Thursday, June 15, 2006

BİCAN OMAR


1940'lı yıllarda Datça Belediyesi'nin tek, ama tek Belediye zabıta memuruydu. Öyle sıkımıydı bir kahvecinin önlüğünde bir leke olacak; bir eşek mahalle içinden geçerken eşeği pislerse sahibi süpürüp atmayacak.Veya merhametsiz birisi eşeğine 120 kilodan fazla yük yükleyecek. Veya atına 160 kilodan fazla yük saracak.
Reşadiye Mahallesinde o zamanlar bakkallık yapan rahmetli Fethi Soytok anlatmıştı: iyi arkadaş olduklarından her akşam dükkana oturup birer ikişer kadeh atar evlerine öyle giderlermiş. Ertesi gün dükkana girer, bir kusur bulur ilk cezayı arkadaşı Fethi Soytok'a kesermiş. Hakkında uzun uzun yazmak gerek. onlarca öyküsü var; hepsi'de görevine ne kadar sadık kaldığını anlatır.
Bu eşeğin üstündekiler, torunlarının bir kısmı. Şimdilerde hepsi birer avukat, ev hanımı, emekli subay vs....